aliihtiyar
Bir teoremin zerafeti onda görebildiğin fikirlerin sayısıyla doğru, o fikirleri görebilmek için harcadığın çabayla ters orantılıdır. George Polya
Tuesday 1 September 2015
Friday 1 May 2015
Wednesday 1 April 2015
Thursday 1 January 2015
Thursday 13 November 2014
Makro Tanimlama
Genel adi ile Ozal sonrasi
donem olarak bilinen 1980’li yillarin ortalarindan gunumuze geldigimizde
“muhafazakar” kesime ait pasif veya aktif sermaye miktarinda onemli bir artis oldugu
gozlemlenmektedir. Bu donem icerisinde aktif olarak sosyal hayatin icerisinde
bulunan “muhafazakar” ve ayni zamanda “sermayedar” kesim artik yeni bir sinifa
gecmis olmanin avantajlarini ve dezavantajlarini yasamak uzere yola cikmistir.
Halbu ki Ozal oncesi yillara bakacak
olursak, “muhafazakar” kesimin ulkenin yonetiminde soz sahibi olmasini birakin,
demokrasinin temel bir unsur oldugu medeniyetlerde temsil edilen grubun veya
toplulugun sesini mesru yollardan duyurmanin en kolay yollarindan birisi olan
sivil toplum kuruluslarini organize etmeleri ve dahili isler yapmalari
“elitler” ve “entellektueller” tarafindan cok da hos karsilanmadigi gibi bu
konu uzerinde fikir alisverisinde bulunmak kimi zaman “tolerans” sinirlarini
dahi zorlamaktaydi.
Acaba nedir “elitleri” ve
“entellektuelleri” boyle dusunmeye iten sebepler?
Turkiye Cumhuriyet’ i oncesi
ve sonrasi donemlerde bu ulkenin de vatandasi olan Anadolu insani gerek savas
gerekse de mecburi sosyal egilimler geregi onemli olcude egitim ve ogretimden uzak
kalmakla birlikte sermaye sahibi olma ile ilgili girisimleri azinliklara
nispeten sukuta ugramistir. Ote yandan Istanbul merkez olmak uzere bu civarda
yasayan gayr-i muslim tebaa diye tanimlanan ulkenin azinliklari ise bir yandan
ticari faaliyetlerde basarilara imza atarkan diger yandan tip, muhendislik,
yonetim ve diger egitim ve ogretim alanlarinda sayisiz ogrenci yetistirmeyi
ihmal etmemislerdir.
Gunumuze gelindiginde ise o
donemlerde azinlik diye tabir ettigimiz ulke vatandaslari icin yasanan donemin
kismen benzeri Ozal ve sonrasi donem icin tahakkuk etmis olmakla birlikte
farkli bir takim ilerlemelerden de bahsetmek mumkundur. Diger bir deyisle,
“muhafazakar” kesim “sermaye” sahibi olmaya baslamis, “nesillerini” iyi
egitebilmek amaciyla kurumlar, muesseseler kurmus veyahut mevcut olanlari
modernize ederek gunun sartlarina cevap verecek hale getirmek suretiyle bir
takim terakki hamlelerinde bulunmustur. Pek tabi ki “muhafazakar” kesimin
disindikiler icin artik nesillerini dunyanin onde gelen universitelerinde
egitim aldirtmak, ulkenin yonetim kadrosunda farkli isimler adi altinda dahi
olsa gorebilmek onlar icin siradan oldugu kadar vazgecilmez hale gelmistir.
Yani donusum son hiziyla toplumun butun kesimlerinde kendisini
hissettirmektedir. Ta ki 2000 li yillara
gelene kadar. Aslinda 2000 li yillara gelene kadar “muhafazakar” kesimin
yetistirmis oldugu nesiller cok defa farkli sekillerde yonetim girisimlerinde
bulunmus olsalarda farkli komplo teorilerine kurban olmanin yaninda bir takim
gayr-i ahlaki uygulamalar ile onlerine set cekilmis ve nihai olarak subat ayinin
sogugu ile hasta hale getirilmek istenmistir.
Milenyum sonrasinda ise “muhafazakar”
kesim belirli bir ideoloji cercevesinde yetistirmis oldugu ve bahsi gecen subat
soguklarindan sakladigi “elit” olmasa bile “entellektuel” birikime sahip veya
sahip olmaya namzet kadrolari coktan devletin siyasi organlarina yerlestirmis
ve kendisince uygun zamani beklemekteydi. Ve beklenen degisimin son halkasi toplumun
ve topluma terakki asilayan her kurumun belki de en kritik noktalarinda hayat bulmustu.
Esasinda “muhafazakar” kesim
diye nitelendirdigimiz insanlari sadece “dindar” olarak gruplandirmak yanlis
olacaktir. Kelimenin sosyoloji ve (sosyal) antroplojide ki karsiliklarini
kullanmanin yaninda etimilojik olarak bakildiginda da farkli izahatlari
olmasinin yaninda kavramsal karsiliklarinin da farkli oldugu bilenler
tarafindan da bilinmektedir. Bu bakis acisi ile “muhafazakar” kesime karsi olan
insanlari da “muhafazakar olmayan kesim” diye nitelendirmek sanirim
siniflandirmanin veya gruplandirmanin en sadelestirilmis sekli olabilecektir. Dolayisiyla
da mucadelenin sinirlarini ulkemizin fiziksel sinirlari ile degil belki de
psikolojik sinirlari ve bilhassa gecmisten gunumuze aktarilan miras ve sahip
oldugu dinamikler cercevesinde degerlendirmek, hadiseleri dogru, yerinde ve
zamaninda yorumlamak isteyenlere isabetli bir bakis acisi sunacaktir.
Bu baglamda yazinin simdiye
kadar ki kisminin Turkiye ornegi uzerinden dar bir tanimlama oldugunu ifade
etmemiz gerekmektedir.
Toparlamak gerekirse,
“muhafazakar” kesim diye tabir ettigimiz muhtelif gruplarin gunumuzde ve
gelecekte karsilasmasi muhtemel zorluklarin veya gucluklerin temelinde yatan
esas hususiyle hem Faust adli esere de konu olan “iyi” nin ve “kotu” nun
mucadelesidir. Ulkemiz ve ulke insanimiz bu “iyi” ve “kotu” mucadelesinin
biryerlerinde yer almis oldugu gibi yine de almaktadir ve alacaktir. Her ne
olursa olsun “insan” olarak bize yakisan “insani” sifatlari sinir kabul ederek
yasamaktir ve pek tabi ki kotuye karsi iyinin, zalime karsi masumun, ve dahi
hakli olanin guclu oldugu bir dusunce cercevesinde yasamak seklinde olmalidir.
Monday 1 September 2014
Wednesday 13 August 2014
Rol Modellerimiz
Rol
Modellerimiz
Siyer kitaplarını yahut Efendimiz ile
alakalı farklı yayınlara göz attığımızda, bir yandan Efendimiz ile alakalı
hususlara dikkat çekilirken öte yandan Efendimiz’ in çevresinde ve O’nun
atmosferinde hayat bulmuş olan sahabileri farkında olmadan da olsa o tablonun
ayrılmaz bir parçası olarak görmekteyiz.
Bu tabloyu yorumlamaya, o renk cunbüsü içerisinde ki bize en yakın olan rengi
yakalamaya ve kendimizi o renk ile bütünleştirmeye çalıştığımızda karşımıza bir
açıdan Efendimiz’ in bir yönü ortaya çıkarken diğer yandan Efendimiz’in
çevresinde ki sahabelerin en belirgin özellikleri ortaya çıkmaktadır. Defaatle
Hz. Ebubekir’ in bir sadakat ve doğruluk kahramanı olduğundan, Hz. Ali’nin
cesur bir sahabe olduğundan ve Müsab Bin Ümeyr’in dillere pelesenk bir edeb
sahibi olduğundan bahsetsek zinhar bir elif miktarı dahi olsa yalan beyanda bulunmuş olmayız. Çünkü bu
kutlu insanları tarif ederken esasında Efendimiz’ in de bir yönünü ortaya
koymuş ve tarif etmiş oluyoruz.
Ne demek acaba bu?
Son zamanlarda, Efendimiz ile alakalı
olarak okuduğum kitaptan esinlenerek kaleme aldığım bu yazıda size, bahsi geçen
kitapta yer alan bakış açısını sunmaya çalışacağım. Muhakkak ki kitabın
müellifi kadar başarılı olamayacağım için, okuyucularımızın bu nakıslığı
görmeyerek konunun özüne odaklanacaklarını düşünmekteyim.
Yaklaşık iki yıldır doktora çalışmlarımın
temeline konu olan sosyal-psikoloji, kültürel sosyoloji ve kişilik ile ilgili
akademik literatür üzerine çalışırken, modern bilimlerin gelmiş olduğu aşamada
şunu fark ettim ki; Efendimiz’i biz
yeteri kadar anlayamamış ve anlatamamışız. Örneğin, Efendimiz’in baba olarak
sahip olduğu toplumsal rolü ve rol modellemesini çoğu kez dinlemişizdir yahut
okumuşuzdur lakin bu rol modelin, Efendimiz’ in sahip olduğu diğer sosyal ve
ictimai rollerden sadece birisinin yansıması olduğunu ve ne manaya geldiğini
fark etmemiz biraz güç olmuştur.
Efendimiz aslında sadece bir baba değildi, bir esti, bir kumandan olduğu
kadar bir öğretmendi, bir siyasetçi olduğu kadar bir tüccardı. Yani esasında
Efendimiz hayatın bir insana biçebileceği temel rol modellerinin nasıl
yaşanması gerektiğini hem yaşayarak hem de uygulanmasını sağlayarak yüz yıllar
öncesinden bize bu hayatın nasıl yaşanması gerektiğinin çerçevesini çizmişti
ama biz anlamada ki eksikliklerimiz kadar yaşamada ki eksikliklerimizden ötürü
de malesef kendi içtimai hayatımıza da istikamet verebilmiş değiliz.
Üzülerek söylemeliyim ki geldiğimiz
yüzyılda Efendimiz’in daha öncesinde de işaret buyurdukları gibi belki de müslümanlar
olarak bizlerin sıfatları ve müslüman olmayan insanların sıfatları birbirine
karışmış ve girift bir hal almış gibi gözükmektedir. Özellikle son üç yüz yılda
coğrafyamızda bize nefes aldırması muhtemel akımlar sükut-u hayale uğramış ve
muntesibi olduğumuz inancın ideallerini günümüz dünyasının ilmi yönüyle
birleştirip mütefekkir gönüllere ilham olacak ilim adamımız yok denecek kadar
az yetişmiştir. İmam Rabbanilerin, Gazalilerin, Mühyiddin İbn-i Arabilerin ve
Mevlana Halid-i Bağdadilerin kendi dönemlerinde ki toplumun ulaşmış olduğu ilmi
seviyeyi, inanç buudunu ve o kametlerin erişmiş oldukları kulluk seviyesini
belki de bizler bu yüzyılda mumla aramaktayız belkide bizlere ütopik
gelmektedir.
Acaba neyimiz eksik?
Bu soruya birden çok cevap verilebilir,
cevap verilebilir olması cevapların tartışılmaz olmayacağı anlamına gelmediği
gibi doğru olacağı anlamına da gelmez. Kanaatimce eksik olan temel hususlardan
birisi de benimsediğimiz rol modeller (rol
modeller diyorum çünkü birden çok rol modelimiz oldu artık), bizim almamız
gereken rol model ve son olarak bizim gerçek halimiz arasında ki uzaklıklar ve
yakınlıklar, benzerlikler ve uyuşmazliklar. Matematiksel olarak, özetle bizim
de dahil olduğumuz üçlü matristen yahut geometriksel olarak bir tek boyuttan oluşmayan
bir üçgenden bahsediyoruz. Örneğin, günlük hayatta izlememiz için bizlerin
önüne sürülen ve bilinçaltı dünyamızı yerle bir eden dizilerde, filmlerde ve
diğer gösteri ürünlerinde karşımıza çıkartılan kategorik ve sembolik rollerin
ruh dünyamızda oluşturmuş olduğu tahribatı kaçımız düşünmekte? Kaç tanesi
inanmış bir insanın karakterini yansıtıyor? Peki kaç tanesinin bizim inanç
dünyamız ile pozitif yönde alakası var yahut var olanların yakınlıkları ne ölçüde?
Diğer bir örnek, İslam alimi diye önümüze sürülen örneklerin hayatları,
düşünceleri, yaşayışları ve ölçüleri hakkında neler biliyoruz? Acaba bu
örnekler Efendimiz’in hayatı ile hangi düzlemlerde eşleşiyor? Acaba kaç tanesi
almış oldukları Oryantalist eğitimler sonucu fitnenin göbeğinde yer alıyor?
Yahut kaç tanesini hangi ölçülerde ve ne yoğunlukta tanıyoruzda kendimize İslam
alimi olarak kabul ettirmişiz?
Sorular sormalıyız hem de can yakacak,
zihni melekelerimizi zorlayacak, kıyasa tabi tutacak, öz eleştiriyi
körükleyecek yol açıcı sorular sormalıyız. Zihnimizin içini temizlemeliyiz,
kalbi hayatımıza engel olanı elemeliyiz, fıtratımıza yakışmayanı, ruhumuzun
atmosferine zarar verenini, gönül dünyamızda huzursuzluğa neden olan
fıtriyatımızı terbiye etmeliyiz. Bunu yapabilmenin en kolay yolu bizi biz yapan
ufuk çizgisini kaybetmeden oraya oturtmuş olmamız gereken ve bizleri sırat-ı
müstakime iletecek olan ideal rol modeli kapasitemizi zorlayarak daha fazla
anlamaya çalışmak ve tabi ki daha çok “O” olmaya gayret göstermek. Bunu
isterseniz fenafil ihvan boyutunda “O” nu tasavvur etme şekli olarak anlayınız,
istersenizde gönülden bağlı olmanız gereken bir inanç örgüsünün kutup yıldızı
olarak anlayınız.
Yazimiza Mevlana Hazretlerinin muhtesem
bir dortlugu ile veda ederken, neslimizin ihyasinin ancak ve ancak mütefekkir zihinlerin, çile kahramanlarının ve gönül
erlerinin karşılık beklemeden atacakları adımlar sayesinde olacağını ifade
etmek isterim. Ve tabi ki buna engel olan unsurların gelecekte yeri olmayacağı
gibi bizim dünyamızda ki tabiri ile de veballeri ağır olacaktır.
Yüzde ısrar etme, doksan da olur.
İnsan dediğinde, noksan da olur...
Sakin büyüklenme, elde neler var.
Bir ben varım deme, yoksan da olur...
"Mevlâna"
Saygılarımla
Subscribe to:
Posts (Atom)