Friday 6 November 2009

AB’de "Sosyo-Ekonomik” Kriz: Ekonomik Krizin Sosyal Maliyeti

Ekonomik krizin etkileri, ekonominin ötesine geçerek farklı alanlarda doğrudan ya da dolaylı çıktılara neden olmaktadır. 2008 yılı başından bu yana yapılan sıfır büyüme uyarıları, Avrupa için uzun süreli bir gerçeklik haline dönüşmüşken ve işsizlik rakamları endişe yaratırken, küresel krizin etkileri sadece ekonomik çıktılarıyla değil aynı zamanda sosyal yönüyle de siyasi tartışmaların merkezine oturmakta ya da bu bağlamdaki yapısal değişimin faturası siyasi platformda sosyal olgular üzerinden çıkarılmaya çalışılmaktadır. Bu çerçevede, ekonomik anlamda dünya işbölümü üzerindeki ayarlamaların beraberinde getirdiği yapısal değişime uyum ihtiyacının karşılanması zorlaşınca ise tartışma göçmen ve göçmen asıllı yabancıların varlığı üzerinden yürütülmeye başlanmaktadır. Küreselleşme ve AB entegrasyon sürecinin hızlanmasıyla artan rekabete bir de küresel krizin getirisi olumsuzluklar eklenince, kariyer anlamında daha nitelikli olmayı gerektiren görece daha çetin bir ortam tüm dünyada baş göstermektedir. Bu bağlamda işgücü piyasası içinde hali hazırda potansiyel rakip olarak algılanan üçüncü ülke vatandaşlarına yönelik tavırların sertleşmesi gündeme gelmektedir. Bu anlamda aşırı milliyetçi ve ırkçı davranışların AB içinde kültürel entegrasyonu baltalaması olasılığı oldukça kuvvet kazanmaktadır – ki yabancı işçilere yönelik protestolar ve dahası siyasi kanatta göç ve göçmenlere karşı sıkılaşan politikalar bu durunun en önemli destekçisi(!) olarak göze çarpmaktadır. Dolayısıyla finansal kriz, ekonomik-temelli bir olgu olmanın ötesine geçen sosyal bir incelemeyi de gerektirmektedir.


AB’de Rakamlarla Ekonomik Kriz



Küresel mali kriz tüm dünyada artan bir şekilde etkisini gösterirken Avrupa’da kendini bu olumsuz gelişmenin dışında tutamamış ve Avrupa’nın gelişmiş ekonomileri de ekonomik göstergelerine uzun süredir görmediği rakamları yazdırmaya başlamıştır. Avrupa Komisyonu’nun 2009 ve 2010 yıllarına yönelik son ekonomik tahminleri de krizin giderek derinleştiğini ve 2010 yılı ortalarından önce ekonomide toparlanma görülmesinin mümkün olmadığını göstermektedir.[1]

Krizin Avrupa ölçeğinde en yoğun görüldüğü alan istihdam alanı olmuştur. Bu kapsamda AB ekonomisinde yaşanan durgunluğun önemli göstergelerinden biri olan işsizlik oranları konusunda AB göstergelerinin olumlu bir havanın uzağında kaldığı söylenebilir. 2007 yılında AB-27 içinde %7.1 olan işsizlik oranı, 2009 yılı tahminlerine göre %10.9 olarak belirlenmektedir. AB genelindeki işsizlik oranlarına bakıldığında İspanya (%17.3), Letonya (%15.7), Litvanya (%13.8) ve İrlanda (%13.3) en fazla işsizlik görülen AB ülkeleridir.

AB içinde işsizlik tırmanırken öte yandan bütçe açığında önemli bir artış yaşanması beklenmektedir. Buna göre 2009 yılında bütçe açığının geçmişe oranla iki katına çıkması (GSYİH’nın %2.3’ünden %6’sına), 2010 yılında ise daha da artması (%7.3) beklenmektedir. Ekonominin önemli ayaklarından biri olan ihracat rakamlarında da ciddi sıkıntılar görülmektedir. Bu durumda ekonomileri ihracata dayanan ülkelerin küresel üretimin çöküşünden oldukça olumsuz etkilenmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. AB’nin en büyük ekonomileri kabul edilen Almanya’da GSYİH’nın %5.4, İtalya’da %4.4, İngiltere’de %3.8, İspanya’da %3.2 ve Fransa’da %3 oranlarında küçülmesi beklenmektedir.

Ekonomik kriz bir yandan ekonomik göstergelerin gerilemesi ile ifade edilirken, öte yandan belirsizlik ve bu belirsizliğin Avrupa halklarının algılamaları üzerindeki yansımalarıyla da ifadesini bulmaktadır. 27 Mart 2009 tarihinde yayımlanan 71 No.lu Eurobarometer anketi[2], krize ilişkin kolektif bir endişenin bulunduğunu ve AB düzeyinde daha koordineli eylem gerekliliğine ilişkin bir talebin varlığını ortaya koymaktadır. Buna göre anketi cevaplayan Avrupalıların %90’ı krizin dünya ekonomisi üzerinde önemli (çok önemli ve oldukça önemli) yansımaları olduğu kanaatini taşımaktadır.

Eurobarometer anketinin ilginç ve Avrupa Birliği açısından da endişe verici sayılabilecek çıktılarından biri, Avrupalıların Euro’nun krizin negatif etkilerini azaltması konusundaki rolünde ortaya çıkmaktadır. Avrupa genelinde algılamanın olumsuz olduğu ve Avrupalıların %44’ü Euro’nun krizin olumsuzluklarını azaltmada herhangi bir etkisi bulunmadığı yönünde cevap verdiği görülmektedir. Dolayısıyla dünya ekonomisinde bütün sektörleri etkileyen küresel krizin etkisi derinleştikçe, yalnızca istihdam, bütçe açığı, ihracat rakamları gibi ekonomik veriler değil; sosyal algılamadaki AB’ye yönelik algılamaları da negatif bir eğri üzerinde hareket etmektedir denilebilir.

Ekonomik Krizin Sosyal Çıktısı: Bir Kez Daha Dışlanan Göçmenler

II. Dünya Savaşından bu yana görülen en derin ve en yaygın ekonomik kriz olarak adlandırılan güncel kriz, AB için ekonomik çerçevenin dışına çıkarak ‘Birlik’ olmanın göstergesine kadar uzanan tartışmalara konu edilmektedir. Beck, “Avrupa yoksa bugün yaratılmak zorunda” derken, ‘daha fazla Avrupa’ ihtiyacından bahsetmekte ve küresel krizin siyasi birlik olmadan parasal birliğin başarılmasının zorluğunu kanıtladığından bahsetmektedir.[3] Benzer şekilde, mali kriz AB içindeki ‘bir’liğin sınırlarının testi[4] olarak farklı çevrelerce yorumlanırken; Avrupa’nın birliği için çıkarılacak ilk dersin, kriz zamanlarında korumacılık, ihracatı artırmak için girişilen devalüasyon ve göçmenleri ülkeden çıkartma değil, aksine kıtayı yakınlaştırma olması gerektiği uyarısı[5] yapılmaktadır. Ancak tüm bu tartışmaların ortasında kriz ortamından tek bir kazananın olduğu ve onun da popülizm olduğu tartışılan bir gerçekliktir.[6] AB ülkelerinin hemen hemen yarısında sağ ya da solda popülizmin artan bir olgu olmasına dikkat çekicidir. Çok yakın geçmişte bu gerçeklik konusundaki sınavını AB, Parlamento seçimleri ile de vermiştir. Aşırı sağın ve Avrupa’ya şüpheyle bakan kesimlerin AP çatısı altındaki kazanımları, küçümsenmeyecek dereye ulaşmıştır. Hristiyan Demokratların en büyük siyasi grubu oluşturduğu Parlamento’da, siyasi denge merkez sağa kayarken, Almanya, Fransa, İtalya ve Belçika’da iktidarda bulunan merkez sağ partiler yükselişe geçmiştir.

Popülizmi bir kez daha revaçta tutan ekonomik gerilemenin göç ve göçmenler üzerindeki etkisini, sınırlı kamu kaynakları üzerindeki rekabetin artması ve buna bağlı olarak da toplumdaki eski ve yeni gruplar arasındaki tansiyonun yükselmesi[7] şeklinde genellemek mümkündür. Sınırlı kaynaklardan yararlanma, öncelikle ekonomik krizin neden olduğu iş kaybı ve işsizlik artışı sonucunda bir sosyal çekişme alanına dönüşmektedir. Sınırlı sayıda kalan istihdam alanlarında çalışanların işlerini kaybetme ve bu işlerin göçmen ya da diğer üçüncü ülke vatandaşlarına verileceği korkusu gittikçe daha çok duyulmaya başlanmaktadır. Bu korkular aslında çoğunluğu itibariyle yersiz olsa da toplumda göçmen karşıtı gösterilerin belirmesine neden olmaktadır. Örneğin; İngiltere’de Portekizli ve İtalyan işçilerin bir rafineri projesinde çalıştırılmasını protesto eden İngiliz rafineri işçileri, Şubat 2009 tarihinde yaptıkları grevde "İngilitere'deki işyerleri, İngiliz işçiler içindir" sloganları atmıştı. Buna paralel olarak İngiltere'de enerji sektöründeki grevlerin 2009’un ilk ayları süresince devam etmesi, bu grevlerin Avrupa'da istihdam piyasasının yabancı işçilere açılması döneminin sonuna gelindiğinin bir işareti olarak yorumlanmıştır.[8]

Sosyal refah harcamaları konusundaki kıskançlık da kriz döneminde, göçmen-karşıtı bir eğilimi doğurmaktadır. Göçmenlerin herhangi bir katkı sağlamadan devlet yardımı alarak sosyal fonlardan yararlandığı izlenimi ya da algısı belirginleşmektedir. Bu durumda tüm dünyada olduğu gibi Avrupa özelinde de göçmenler sosyal dışlamanın hedef kitlesi haline gelmektedir. Geçmiş dönemlerden yaşanan geniş çaplı ekonomik krizlerin etkileri de bize bu konuda fikir vermektedir. Göç olgusu ve göçün yönü her ekonomik krizle beraber farklı bir yapılanma sergilemesine rağmen, göçmenler, geri dahi dönmüş olsalar, genelde dışlanan ve üzerinde sıkılaşan politikalara gidilen taraf olmuşlardır.

1930’larda baş gösteren dünya ekonomik krizi, uluslararası işçi göçünde önemli azalmalara ve çoğu zaman zorunlu olarak ABD ve Fransa gibi ülkelerden göçmenlerin geri dönmesine neden olmuştur. Bazı durumlarda ise göçmenler geri dönmemiş aksine kalarak kalıcı nüfusun birer üyesi haline gelmişlerdir.[9] Çünkü pek çok durumda geldikleri ülkelerinde ekonomik krizin daha da ağır hissedildiğini bilen göçmenler dönmek yerinde kalmayı tercih etmişlerdir. 1973 petrol krizi, daha derin ve küresel çapta yansımalara sebep olurken, göçmenler üzerinde daha kapsamlı ve hatta tahmin edilmeyen önemli çıktılara neden olmuştur. Avrupa’da misafir işçi olgusu yerini aile birleşimlerine ve yeni uzun süreli bir etnik azınlığın oluşumuna öncülük eden kalıcı yerleşime bırakmıştır. Bunun yanında krizi takiben büyük şirketler, yeni sermaye ihracatı stratejileri ve özellikle Asya ve Latin Amerika’da yeni endüstri merkezlerinin oluşumuna yol açan yeni bir uluslararası işbölümü geliştirmiştir. Bu durum yeni endüstri merkezlerinin uzun vadede yeni bir işçi göçü akınına sahne olmasına neden olmuştur.[10] 1997-1999 yılları arasında etkisini gösteren Asya finansal kriz döneminde, pek çok hükümet ulusal işçi tercihi politikaları benimseyerek göçmenleri -özellikle kayıtsız işçileri- ülkelerinden sürmeyi amaçlamışlardır. Fakat pirinç ekimi ve balıkçılık gibi sektörlerin göçmen işçilere bağımlı olduğu Tayland ve Malezya gibi ülkelerde işveren kesimi hükümetin göçü kısıtlayıcı önlemlerine tepki gösterilmiştir. Baskı durumunun aşırıya kaçtığı bazı ülkelerde göçmenlerin sayıları aksine azalmamış ancak daha sömürücü bir sistemde, işgücü koşullarının aşağı çekildiği ortamda, göçmen işçiler işlerinde kalmışlardır.[11]


Ekonomik Kriz Süresince Avrupa’da Göç Yaklaşımları

Ekonomik krizin yukarıda bahsedilen sosyal yönü BM tarafından da kayda geçmiş ve bu gerçekliğe BM’de kayıtsız kalmayarak açıklamalar yapılmıştır. Nisan 2009 tarihinde yapılan BM ırkçılık konferansında, hükümetlerin harekete geçmekte başarısız olması halinde artan işsizliğin yabancılara karşı hoşgörüsüzlüğü artacağı uyarısında bulunulmuştur. BM Genel Sekreteri, teknolojinin nefret mesajlarının hızla yayılmasına neden olduğu ve sosyal huzursuzluk, zayıflayan hükümetler ve dolayısıyla kızgın kamuoyunun, ekonomik problemlerle başa çıkamayan ülkelerde, toplumsal hoşgörüsüzlüğe liderlik ettiğini vurgulamıştır.[12] Bu anlamda hükümetlerin göçmenlerin krizin olumsuz çıktılarının hedef kitlesi haline gelmesinde ya da toplumu teskin etmede önemli bir rolü bulunmaktadır. Krizin başlamasından bu yana hükümetlerin göç konusundaki uygulamaları son dönemlerde çeşitli kuruluşların rapor ve araştırmalarında yer bulmaktadır.

28 Mayıs 2009 tarihinde Uluslararası Af Örgütü tarafından yayımlanan yıllık rapora[13] göre, insan hakları ihlalleri 2008 yılında dünya çapında bir artış göstermiştir. Küresel ekonomik kriz sadece var olan problemleri artırmakla kalmayıp, aynı zamanda yeni insan hakları ihlallerini de beraberinde getirdiğini belirten rapor, krizin birçok kişiyi işsiz bıraktığı gerçeğine değinmekte ve dünya çapında protestoların yaygınlaşmasını bu olguya bağlamaktadır. Rapora göre, kötü ekonomik durum, mevcut/eski basmakalıp düşüncelerin ortaya çıkışı için verimli bir zemin hazırlamaktadır. Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, İtalya, Sırbistan gibi pek çok Avrupa ülkesinde özellikle Roman kökenli kesimin ciddi şekilde kötü muameleye tabi tutulduğu ortaya konulmuştur.



Aynı zamanda, iş pazarı küçüldükçe göç etme baskısının arttığı, göç alan ülkelerde insanları dışarıda tutmak için daha da sert yöntemlere başvurulduğu ortaya konulmaktadır. Buna göre, İspanya gibi bazı AB üyesi ülkeler göçmenleri iade edebilmek ve daha ilk aşamada çıkışlarını durdurmak için Afrika ülkeleri ile karşılıklı anlaşmalar imzalamıştır. Ülkeler bu anlaşmaları, keyfi tutuklama, standart altı koşullarda alı koyma ve herhangi bir yasal başvuru yolu olmaksızın çok sayıda yabancıyı sınır dışı etmek üzere izin olarak görmektedir. Dolayısıyla ekonomik durum, mülteci ve göçmenler üzerinde daha sıkı politikalar alınmasına yönelik bir eğilim oluşturmaya başlamıştır. Uluslararası Af Örgütü bu eğilime örnek olarak İtalya’nın yükümlülüklerine aykırı biçimde, korunmaları için gerekli kapsamlı ve yeterli bir araştırmaya gitmeden, Libya’ya geri dönüş yapan göçmenlerin yakalanması örneği vermekte ve bu olayı AB üyeleri için tehlikeli bir emsal olarak tanımlamaktadır. Benzer şekilde, Yunanistan, yeni mülteci yasasına rağmen, göçmenler ve sığınmacılara uluslar arası standartları ihlal eden boyuttaki davranışları nedeniyle eleştirilmektedir.

Uluslararası Af Örgütü’nün ekonomik kriz ve insan hakları bağlantılı raporu, AB’nin bu konudaki eksikliği ve etkinsizliğini siyasi liderlik eksikliğine bağlarken, dünyanın daha fazla kağıt ve söze ihtiyacı olmadığını ihtiyaç duyulanın ‘gerçek vaatler ve spesifik, kesin eylemler’ olduğunu vurgulamaktadır.

Avrupa Konseyi Irkçılık ve Hoşgörüsüzlükle Mücadele Komisyonu (ECRI), Almanya hakkında yayınladığı 26 Mayıs 2009 tarihli son raporda[14], Almanya’da özellikle göçmen, Yahudi ve siyahlara ayrımcılık yapıldığına dikkat çekmekte ve Almanya’yı ırkçılıkla mücadelede yeterli önlem almamakla suçlanmaktadır. Eleştirilen konuların başında Alman vatandaşlık gelmektedir. Alman vatandaşı olmak isteyen AB vatandaşları ve İsviçrelilere mevcut vatandaşlıklarından vazgeçme zorunluluğunu 2007 yılında kaldıran Almanya’da, vatandaş olmak için gerekli kriterleri yerine getiren diğer göçmenlerin mevcut vatandaşlıklarından çıkmak zorunda bırakılmaktadır. Yabancıların uyumunu kolaylaştırmanın önünde engel olarak görülen bu durum Komisyon raporunda eleştirilmekte ve vatandaşlık hakkı konusunda esnekliğe gidilmesi uyarısı yapılmaktadır.

Komisyon raporunda eğitim sistemindeki ayrımcılığa dikkat çekerek, Almanya’da göçmen çocukların eğitim sistemindeki başarı oranının Alman uyruklulara göre daha düşük seviyede olduğunu vurgulamaktadır. Bazı öğretmenlerin özellikle Müslüman asıllı öğrencilere yönelik olumsuz tutumlarına dair örnekler içeren raporda, öğretmenlerin bilinçli olarak göçmen çocukları daha alt sınıflara yönlendirdikleri belirtilmektedir. Ayrıca 11 Eylül saldırıları ardından Alman toplumunda Müslümanlara yönelik oluşan olumsuz tutumun devam ettiğine vurgu yapan Komisyon raporu, henüz ‘ekonomik kriz’ ifadesine başvurarak bir analiz ve çıkarım yapmamış olsa da, çeşitli nedenlerle toplumda keskinleşen göçmen-karşıtı algılamanın krizle derinleşebileceği sinyallerini almak mümkündür. Zira ekonomik verilerin negatif çizgide ilerlediği noktada entegrasyon ve uyuma ilişkin bir altyapının oluşması oldukça zor gözükmektedir.

Uluslararası örgütlerin son dönemde artan göçmen karşıtı eğilime ilişkin raporların yanında Avrupalı hükümetlerin göç kontrollerini sıkılaştırmaya yönelik bireysel önlem ve önlem planları da krizin sosyal göstergelerini oluşturmaktadır. Önceden de değinildiği gibi, İngiltere Göç Bakanı Phil Woolas, Kasım 2008 tarihinde, mali kriz nedeniyle ülkede meydana gelebilecek iş kayıplarını önlemek için ileride daha az göçmen kabul etmeyi hedeflediğini belirtmiş ve ‘İngiltere’deki işler sadece İngilizlerindir’ sloganıyla tepki toplamıştır. İngiliz İşçi Partisi Milletvekili ve eski Çalışma Bakanı Frank Field de göç politikası konusunda sınırlama yapılması gerektiğini savunmuştur ve göçmenlere ‘açık kapıları’ kapatma amaçlı olarak iktidardaki İşçi Partisi ‘puanlama sistemini’ çare olarak getirmiştir. Buna göre 2008 yılında uygulamaya giren sistemle göçmenlere ihtiyaç duyulan özelliklere sahip olup olmadıklarına göre puan verilmektedir ve çok puanı olanlar İngiltere’ye girebilmektedir.[15]

İtalya’da bu dönemde göç politikalarını sıkılaştırma yolunu tercih eden ülkeler arasındadır. İtalya Parlamentosu alt kanadında 13 Mayıs 2009 tarihinde yasadışı göç ile mücadelede katı uygulamalar öngören Göç Yasası kabul edilmiştir. Söz konusu yasa, yasadışı olarak ülkeye giriş yapanlar hakkında hapis ve para cezası öngören, suçu önleme devriyelerinin kurulmasını ve göçmenlere sahte belge düzenleyen kimseler hakkında 3 yıla kadar hapis cezası öngörmektedir. Senato’da onaylanması beklenen yasa, yasadışı göçmenlerin tutukluluk sürelerinin üç katına çıkarabileceğine ilişkin hükmü başta insan hakları örgütleri olmak üzere uluslararası kamuoyunun tepkisini çekmiştir. İtalyan merkez-sol muhalefet yasayı sert bir dille eleştirirken, oluşturulacak devriyelerin zamanla yabancılar ve göçmenler üzerinde baskı yaratacağını iddia etmektedir. İtalya Başbakanı Berlusconi ise muhalefetin aksine çok etnikli bir İtalya taraftarı olmadığını, sadece siyasi iltica koşullarını karşılayanlara kapılarının açık olduğunu dile getirmektedir. BM ise yasa konusunda açıklama yaparak yasanın mültecilere ilişkin uluslararası hukuka aykırılık teşkil ettiğini belirtmiştir.[16]
Sonuç: Krizin Göz Ardı Ettiği Toplumsal Gerçeklik

Küresel mali krizle beraber artan işsizlik ve sosyal güvenlik kaygısının aksine, küresel krizin Avrupa için değiştiremediği tek olgu, Avrupa’nın yaşlanan ve giderek gençlere bağımlı yaşlı nüfusunun arttığı sosyal gerçekliktir. Bu gerçeklik kapsamında Avrupa’nın yakın gelecekte işgücü alanında göçmen nüfusa olan ihtiyacının artacağı tespiti de kaçınılmaz bir sosyal olgu olarak Avrupa’nın önünde durmaktadır. Dolayısıyla Avrupa’nın hem sosyal hem de ekonomik anlamda yapısını aşağıya çeken demografik gerçeklikler, aslında Avrupa’nın elindeki göçmen nüfusu verimli kullanması gerektiğini ortaya koymaktadır. AB içinde değişen yaş ortalaması göz önüne alındığında bu ihtiyacın gerekliliği rakamlarca da kanıtlanmaktadır. Mevcut durumda AB’nin 60 yaş ve üzeri nüfusu 70 milyondan fazladır ve bu oran toplam nüfusun %20’sine denk gelmektedir.

Nüfusun 1/5’ine denk gelen halihazırdaki yaşlı nüfusu konusundaki veriler, 2050 yılı itibariyle eski AB üyesi ülkelerinde nüfusun ortalama yaşının en az 7 yıl daha yükseleceğini ortaya koymaktadır. Avrupa Birliği’ne yeni katılan ülkelerin de yaşlanan Avrupa nüfusuna dinamizm getirdiğini söylemek zordur. Zira, şu anda yaş ortalaması 40 ve 38 olan Almanya ve Fransa’nın 2050 itibariyle yaş ortalamalarının sırasıyla 47 ve 45’e yükseleceği tahmin edilirken; aynı dönemde, Polonya (güncel ortalama 35) ve Macaristan’da ( güncel ortalama 38) bu oranın sırasıyla 49 ve 50’ye yükselmesi beklenmektedir. Dinamik nüfusunda önemli oranda düşüş yaşanan Avrupa toplumlarında işgücünün yükü ileriki yıllarda oldukça artış göstermektedir. Dolayısıyla daha fazla insan emekliye ayrıldıkça mali yükün oranı nüfus içinde oldukça azalan işgücünün üzerine binecek gibi görünmektedir. Avrupa’da çalışan nüfus sayısında gelecek 50 yıl içinde 40 milyon civarında düşüş yaşanması beklenmektedir. Bu bağlamda, yaşlı nüfusun (65 yaş ve üzeri) çalışan nüfusa (15-64 yaş) bağımlılık oranının 2050 yılı itibariyle % 25’ten %50’ye çıkarak 2 kat artması beklenmektedir.[17]

Dolayısıyla göç aslında farklı alanların birbirleriyle ilişkilendirerek değerlendirilmesi gereken bir olguyu ifade etmektedir. Mali kriz nedeniyle kısa vadede işsizliği ve toplumsal tepkileri azaltmak adına göç konusunda sıkılaştırmaya gidilirken, toplumda yerleşebilecek göçmen-karşıtı düşüncelerin ileride neden olacağı entegrasyon sorunları konusunda sağlıklı ve rasyonel hesaplamalara gidilmesi gerekmektedir. Yukarıdaki veriler AB’nin yakın zamanda hem kalifiye hem de kalifiye olmayan işgücüne ihtiyacı olduğunu vermekle birlikte, halihazırda bu ihtiyaca binayen kaliteli işlerde çalışabilecek nitelikli göçmen işçi çağrısı bazı Avrupa ülkeleri tarafından düzenlenen yasalar aracılığıyla çağrılmaktadır (Norveç örneği). Ancak kriz boyunca göçmenler üzerinden yapılan olumsuz çıkarımlar, uzun vadeli etkisini göçmen işçi çağrılarının yasal olarak yapıldığı dönemlerde, Avrupalı halklar tarafından ters teperek hükümet karşıtı protestolara dönüşebilir. Bu bağlamda Avrupalı hükümetlerin popülist söylemlerle ve kısa vadeli yaklaşımlarla krizin sosyal boyutunu olumsuzlamak yerine, toplumsal gerçeklikler çerçevesinde dışlayıcı unsurları pekiştirmeyen düzenlemeler içine girmesi gerekmektedir. Bu anlamda da, çeşitli analizlerde adlandırıldığı haliyle, göçmenlere sosyal koruma sağlayan yenilikçi yaklaşımlara ihtiyaç vardır.





22 Haziran 2009



Fatma Yılmaz-Elmas

USAK AB Araştırmaları Merkezi

G–20 Pittsburgh Zirvesi: Küresel Ekonomik Dengelerde Değişime Doğru (mu?)

Uzun süredir konuşulan G–20 Zirvesi 25 Eylül itibariyle sona ermiş bulunmaktadır. Merakla beklenen Zirve Sonuç Bildirisi’nin yayınlanması ile birlikte birçok soru işareti netlik kazanırken, alınan kararların bundan sonraki süreçte küresel ekonominin seyrini nasıl etkileyebileceğine dair yeni sorular da şimdiden tartışılmaya başlanmıştır.


Bilindiği üzere G–20, 1999 yılında dünyanın gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerini bir araya getiren gayr-i resmi bir platform olarak ortaya çıkmıştır. Ancak son finansal krize kadar etkinliği ikinci planda kalmış, küresel ekonominin seyri ile ilgili konular daha çok G–7 ve G–8 zirvelerinde ele alınmıştır. ABD’deki finansal krizin dünya ölçeğinde etkisini artırması ve 15 Eylül 2008’de Lehman Brothers isimli dünyanın önde gelen finans kuruluşunun batması ile G-20’nin önemi de artmaya başlamıştır. Zira küresel finansal krizin Batılı liderlere öğrettiği belki de en önemli şey, artık dünya ekonomisinin dinamiklerini Batı’nın tek başına yönlendiremediği gerçeği olmuştur. Dünyanın en gelişmiş sekiz ekonomisinden oluşan G-8’in var olan sorunları çözemeyeceğinin anlaşılması, küresel ekonomide yükselişe geçen gelişmekte olan ülkelerin yardımına olan ihtiyacı artırmıştır. Bu süreçte Çin, Hindistan gibi ülkeler başta olmak üzere Batı’nın “diğerleri” olarak tabir ettiği ekonomiler küresel sisteme ilişkin söz söyleme haklarını daha çok ön plana çıkarmaya başlamışlardır. Ulagay’ın konuya ilişkin vurguladığı gibi;

“G–7 grubunu oluşturan zengin sanayileşmiş ülkeler krizi kendi olanaklarıyla aşabileceklerine inansalardı, G–20 zirvesine ihtiyaç duymazlardı. Sorunu kendi başlarına çözemeyeceklerini anladıkları için, G–20 toplantısından medet umar hale geldiler. Çin, Rusya ya da Brezilya gibi ülkelerin liderlerinin, krizin sorumluluğunu Batı’ya yükleyen çıkışlarına katlanmak zorunda kaldılar.”[1]

Nitekim son G–20 Zirvesi’nde alınan kararların bir kısmı küresel ekonomide değişen güç dengelerinin kabulü olarak yorumlanabilir. Zira Zirve’de “küresel mimarinin 21. yüzyılın ihtiyaçlarına göre reforma tabi tutulmasının gerekli olduğu” vurgulanmış, bu kapsamda G-20’nin küresel ekonomik koordinasyon ve işbirliğinde bundan sonra temel platform olacağı ilan edilmiştir. Yani önceden G–7 ya da G–8 dairesinde çözülmeye çalışılan sorunlar, artık Çin, Hindistan, Türkiye, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkelerin bulunduğu G–20 platformunda tartışılacaktır.[2]

Böylesi bir oluşumun pratikte neyi değiştireceği zamanın testinden geçtikten sonra netlik kazanacaktır şüphesiz; ancak, alınan kararın sembolik olarak verdiği mesaj önemlidir: Batılı ülkeler küresel ekonomideki değişen dengeleri “gönülsüz de olsa” kabul etme eğilimine girmiş bulunmaktadırlar. Bir diğer deyişle son küresel krizde ekonomik gücünün limitlerini gören Batı “diğerlerini” yardıma çağırmak durumunda kalmıştır.

Doğal olarak gelişmekte olan ülkeler var olan bölüşüm ve yönetişim mekanizmaları değişmeden küresel ekonomik işbirliğine sıcak bakmamaktadırlar. “Güçlü, sürdürülebilir ve dengeli büyümenin” sağlanabilmesi için taşın altına elini sokmanın bir karşılığı olması gerektiğini dile getirmektedirler. Bu kapsamda ilk öne çıkan nokta da IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlarda söz haklarını artırmaktır. Özetle, gelişmekte olan ülkeler küresel ekonomide artan ekonomik nüfuzlarına paralel, politik nüfuz talep etmektedirler.

Pittsburgh Zirvesi Sonuç Bildirgesi incelendiğinde, Zirve’nin kısmen bu ihtiyaca cevap vermek üzerine yoğunlaştığı görülmektedir. Zira Bildirge’nin 20. ve 21. maddelerinde IMF ve Dünya Bankası’nın oy kotalarının yeniden düzenleneceği, IMF’de “en az %5”, Dünya Bankası’nda “en az %3” oranında oy hakkının “aşırı temsil edilen gelişmiş ülkelerden, gelişmekte olan ülkelere aktarılacağı” dile getirilmektedir. Bu girişimin kimi ne kadar tahmin edeceği önümüzdeki günlerde netlik kazanacaktır; ancak, gelinen noktada değişen küresel ekonomik dengeler fikrinin söylem düzeyinden eylem düzeyine geçtiği şeklinde yorum getirmek mümkün gözükmektedir.

Sonuç olarak G–20 Zirvesi, diğer birçok karar ve uzun bir sonuç metni ile sona ermiştir. Küresel finans piyasalarının düzenlenmesi, bankacılık bonuslarının nasıl dağıtılacağı ya da kurtarma paketlerinin daha ne kadar devam etmesi gerektiği gibi konuların yanında diğer önemli tartışma maddesi G-20’nin değişen konumu olmuştur. Bu değişikliğin pratikte ne anlama geldiği tartışmalı olmakla birlikte, sembolik olarak ifade ettikleri üzerinde düşünülmeye değer bir konudur.

Mustafa Kutlay

Thursday 5 November 2009

Tasarruf etmek lazım !!!

11.06.2008

Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Yönetim Kurulu Üyesi ve Şirket İşleri Komisyonu Başkanı Ali Kibar, "2001 krizi sonrasında yakaladığımız büyüme performansını devam ettirebilmek için yurtiçi tasarruf oranımızı artırmaya ihtiyacımız var" dedi.

Bugün Ceylan Intercontinental Otel'de gerçekleştirilen "Türkiye'de Özel Tasarruf Eğilimi: Mikro ve Makro Perspektifler" başlıklı konferansın açılışında konuşan Ali Kibar, Türkiye ekonomisi için son derece olumlu geçen 2002-2007 döneminde, harcamaların buna mukabil olarak da borçlanmanın artığını ve özel kesimin tasarruf eğiliminde bir düşüş olduğunu ifade etti. Ancak, iç talebin kuvvetli seyrettiği bu dönemde Türkiye'nin kendi tasarruflarının yetersiz kalmasının, harcamaların yurtdışı kaynaklardan finanse edilmesini gerekli kıldığını belirten Kibar, söz konusu dönemde, özel sektörün dış borç stokunun 43.2 milyar dolardan 158 milyar dolara çıktığını hatırlattı. "Enflasyon ile düzeltildiğinde son 20 yılda ortalama yüzde 16.7 olan özel kesim tasarruflarının milli gelire oranı, 2005 ve 2006 yılında yüzde 12'nin altına gerilemiş, ekonomik ve siyasi istikrarın belirsizleşmesiyle birlikte yeniden artış göstererek 2007 yılında yüzde 13.7'ye çıkmıştır" diyen Kibar, yapılmak istenen harcamalar karşısında özel kesim tasarruflarının yetersiz kalması yurtdışından borçlanılmasına, bunun ise cari işlemler açığının genişlemesine neden olarak ekonominin kırılgan hale gelmesine neden olduğunu ifade etti. Türkiye'deki özel kesim tasarruflarının milli gelire oranının diğer gelişmekte olan ülkelere göre daha düşük olduğunu aktaran Kibar şöyle konuştu: "2002-2007 döneminde petrol ve emtia fiyatlarının artmasıyla, bu ürünlerin ihracatçısı olan ülkelerin de dış ticaret fazlaları ve buna bağlı olarak tasarruf oranlarında bir artış görülüyor. Örneğin, petrol ihracatçısı olan Orta Doğu ülkelerinde tasarruf oranı 2007 yılında yüzde 45'lere ulaşmış durumda. Ülkemizde ise ortalama tasarruf oranı 1998-2002 döneminde Avrupa ülkeleriyle neredeyse aynı seyrederken, bu tarihten sonra gerek AB ortalaması gerekse Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin ortalamasının altında kalmış gözüküyor. Söz konusu dönemde bizim tasarruf oranımız yerinde sayarken Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin ortalaması yükselmiş." Diğer ülkelerle karşılaştırınca, Türkiye'de tasarruf oranının düşük olmasının demografik yapıyla bağlantılı olduğunu ifade eden Kibar, genç ve işsiz nüfusun çok olmasının da hanehalkının tasarruf yapmasına imkan vermediğini belirtti. Gelecek nesillerin güvencesi endişesiyle ayrılan kaynakların emeklilik için birikim yapmayı zorlaştırdığını da söyleyen Kibar, nüfus artış hızının düşmesiyle bu sorunun hafiflemesinin beklendiğini de sözlerine ekledi. "Oysaki 2001 krizi sonrasında yakaladığımız büyüme performansını devam ettirebilmek için yurtiçi tasarruf oranımızı artırmaya ihtiyacımız var" diyen Kibar konuşmasını şöyle tamamladı: "Bildiğiniz gibi yüksek büyüme oranlarını uzun dönemler boyunca sürdürebilmenin temel koşullarından birisi yüksek tasarruf oranları. Yurtiçi tasarruf oranının artırılması küresel piyasaların daralmakta olduğu ve yurtdışı tasarruflardan yararlanma imkanlarının azaldığı ortamlarda daha da önem kazanıyor."